Beslenmede doğru bilinen yanlışlar


Birçok insan, sağlıklı yaşamak için yemek seçimlerine özen gösterir. Çocuklar için seçilen yemeklerin protein ve mineral açısından zengin olmasına dikkat edilir. Bu titiz davranışlar içinde doğru bildiğimiz yanlışları yapmaktan da geri kalmayız.
Hastalandıklarında çeşit çeşit karışımlar hazırlanır ki çabuk ayağa kalkabilsinler. Aynı şekilde eşler birbirine, öğrenciler ev arkadaşlarına hastalandıklarında iyi bakabilmek için ellinden geleni yapar. Ancak sağlıklı olduğunu düşünerek tükettiğimiz yiyecek ve içecekler bazen yanlış beslenmemize neden olabiliyor. Üstelik doğru bildiğimiz bu yanlışlar yalnız hastalık durumlarında yapılmıyor. Günlük hayatta sıklıkla yediğimiz gıdalarla ilgili yapılan birçok hata var. Et yemeklerinin yanında ayran içmek, yemek arasında su içmemek, balı sıcak su veya sütle karıştırmak bunlardan yalnızca birkaçı. Bu yanlışların neler olduğunu öğrenmek isterseniz uzman diyetisyenler Turgay Köse, Dilara Koçak ve bilim doktoru Haluk Saçaklı'nın tavsiyelerini okuyun.

Balık yanında yoğurt yememek: Bilinenin aksine balık tazeyse yoğurtla birlikte yenilmesinde sakınca yok. Zehirlenmenin sebebi yoğurt değil, balığın içinde bulunan 'histamin' proteini. Bu madde yoğurtta da olduğundan, birlikte yenildiğinde vücuttaki 'histamin' miktarı artabiliyor ve alerjik durumu olan kişilerde kızarıklığa ya da kaşıntıya neden olabiliyor. Balığınızın tazeliğine güveniyorsanız, yoğurtla birlikte tüketmenizin hiçbir sakıncası yok.

Pekmeze yoğurt veya süt eklemek: Genellikle anneler faydalı olduğunu düşündüğü için çocuklarına yedirdikleri pekmeze yoğurt veya süt katar ya da tam tersi süte pekmez ekler. Hâlbuki sütün içinde bulunan kalsiyum, pekmezde bulunan demirin emilimini azaltıyor. Demir, C vitamini ile birlikte tüketildiğinde emilim artıyor ve C vitamini demirin vücutta daha iyi kullanılmasını sağlıyor. Bu sebeple pekmez, süt yerine portakal suyu ile karıştırılırsa çok daha faydalı olacaktır.

Et yemekleri yanında ayran içmek: Et yemeklerinin yanında ayran içmek vazgeçilmez geleneklerimizdendir. Fakat yukarıda anlattığımız nedenden dolayı et ve ayranı ya da yoğurdu bir arada tüketmemek gerekiyor. Etteki demirin emilimini, ayrandaki kalsiyum azaltıyor. Eğer et yemeklerini de C vitamini ile birlikte yerseniz emilim artacaktır. Mesela et yemeğinin yanına, içinde maydanoz ve biber olan bol limonlu bir salata hazırlayabilirsiniz. Böylece C vitamini açısından zengin olan maydanoz, biber ve limon sayesinde etteki demirden maksimum fayda sağlarsınız.

Ispanağı yoğurtla birlikte yemek: Ispanakta da demir vitamini olduğundan yoğurtla yememeniz gerekenlerden. Sadece ıspanağı değil, içinde demir olan yiyecekleri kalsiyumla tüketmeyin.

Yemek yanında su içmemek: Birçoğumuz yemek yerken su içmenin kilo aldıracağını düşünürüz. Ne kadar susasak da su içmeyi yemekten 1-2 saat sonrasına saklarız veya yemeğe başlamadan içeriz. Kulaktan dolma bu inancın tersine yemek sırasında su içmek kilo aldırmaz, tam tersi iştahı yatıştırmaya yardımcı olur. Yalnızca sindirim sorunu olanlar yemek sırasında su içmemeli.

Aç karnına limonlu, sirkeli su veya greyfurt suyu içmek: Kilo problemi olan birçok insan, aç karnına sirkeli, limonlu su veya greyfurt suyu içmenin zayıflatacağını düşünür. Suya eklenen limon veya greyfurt, C vitamini içeriği dolayısıyla, güne başlarken kendini iyi hissetmenizi sağlayabilir. Ancak bu uygulamanın ne yazık ki zayıflatıcı hiçbir etkisi yok. Hatta sindirim sisteminizde rahatsızlık varsa sirkenin zararlı etkileri de olabilir.

Zeytinyağı, katı yağlar gibi kilo aldırmaz: Zeytinyağı kalp ve damar sağlığı için faydalı olsa da kilo yapma bakımından diğer yağlardan farksız. Zeytinyağı da olsa margarin de olsa bütün yağların 1 gramı 9 kalori enerji veriyor. Yani zeytinyağı da gereğinden fazla tüketildiğinde kilo yapıyor.

Balı sıcak sütle karıştırmak:Kendimizi biraz kötü hissettiğimizde, grip olacağımızı düşündüğümüzde hemen aklımıza gelir sıcak suya bal ve limon karıştırıp içmek. Sıcak sıcak içmeye önem verdiğimiz bu karışımın boğazlarımıza iyi geleceğini düşünürüz. Sıklıkla yaptığımız bu yanlış, aslında baldaki protein, mineral ve enzimlerin kaybedilmesine neden oluyor. 43 derecenin üzerinde ısıya maruz kalan bal, tüm besin değerini yitiriyor ve sıcak suyun, sütün ya da çayın içinde yalnızca tatlandırıcı işlevi görüyor. Bu nedenle balı ılık su, süt veya meyve suyu ile tüketmeye özen gösterin.

Kolesterolü artırır diye yumurta yememek: Yumurta anne sütünden sonra en kaliteli protein kaynağı olarak kabul edilir. Bu sebeple hiçbir sağlık problemi olmayanlar günde 1 yumurtayı rahatlıkla yiyebilir. Kolesterol, şeker veya tansiyon gibi problemi olanların haftada 2 yumurta tüketmesi daha uygu. Yumurtayı haşlama olarak yiyebileceğiniz gibi menemen, omlet, çılbır şeklinde 1 tatlı kaşığı yağ ile tüketebilirsiniz.

Kepek ekmek ve light ürünler, kilo aldırmaz:Kepek ekmeğinin kalorisi, beyaz ekmeğe göre biraz daha az olduğundan, kadınlar genellikle kepek ekmek yemeyi tercih ediyor. Ancak kepek ekmek ile beyaz ekmek arasında çok büyük bir kalori farkı yok. 'Nasılsa kalorisi az' diye kepek ekmeğini fazla tüketenler ise zayıflamak yerine kilo alıyor. Aynı şekilde üzerinde light yazan yiyecek ve içeceklerin tüketimlerine de dikkat edilmesi gerekiyor. Çünkü bu ürünlerin içinde şeker olmamasına rağmen yağ, un, tuz gibi lezzet veren öğeler var.

Yemekten hemen sonra meyve yememek:Yemekten sonra meyve yenilmesinin yağlanmaya sebep olacağı düşünülür. İkinci tabak yemek yerine, bir porsiyon meyve (1 elma, 1 portakal, 2 mandalina veya 1 armut ) yemek daha az enerji alımını yani daha az yemeyi sağlar. O nedenle yemek sonrası doygunluk sağlanamıyorsa, aşırıya kaçmayarak meyve yenilebilir. Ancak her besinin aşırı tüketilmesi yağ olarak depolanmasını artırır.

Facebook Twitthis Furl

Derimiz neden yaşlanır?


Amerikan Hastanesi Dermatoloji Bölümü’nden Dr. Buket Pençe, deri yaşlanması ile ilgili çevresel ve genetik faktörlerin neler olabileceğini belirtiyor.

Vücut yaşlandıkça cildimizin görünüşü ve karakteri değişir. Deri yaşlanması çevresel faktörler, genetik, makyaj, beslenme ve diğer faktörlerden etkilenir. Amerikan Hastanesi Dermatoloji Bölümü’nden Dr. Buket Pençe, cilt yaşlanmasında etkili olan güneş ışınları, beslenme alışkanlıkları, derinin dış fiziksel ve kimyasal uyarılara fazla maruz kalması, sigara kullanımı, fazla alkol tüketiminin yaşlanmayı ve beraberinde gelişen yaşlılık belirtilerini artırabildiğini, bu etkilerden kaçınılmasının yaşlanmayı yavaşlatacağını belirtiyor.

En büyük organ olan deri de diğer organlarla birlikte 20 yaşından itibaren yaşlanmaya başlar. Deri yaşlanmasını etkileyen faktörler;
1) Genetik yapı yani ailenin deri yapısı,
2) Hormonlar: Özellikle hipofiz, tiroid, overler ve böbreküstü bezinin hormonları,
3) Güneş ışınları (ultraviyole),
4) Beslenme
5) Sigara ve alkol,
6) Stres,
7) Çevre kirliliğidir.

Deri yaşlanırken deride oluşan değişiklikler ve bunların belirtilerini ise şöyle sıralayabiliriz:

1. Derinin üst tabakası (epidermis) incelir ve kırışıklıklara neden olur, derinin yaralanması kolaylaşır.

2. Epidermisin en üst tabakasının yenilenmesi gecikir ve deri soluk bir renk alır.

3. Derinin onarımı yavaşlar ve küçük yaralar bile geç iyileşmeye başlar.

4. Deriden su kaybı kolaylaştığı için deri kurur ve kaşınır.

5. Deriden giren kimyasal maddelerin atılımı gecikir ve kontakt dermatitler (ekzema) artar. Bunun nedeni ise derinin bariyer fonksiyonunun bozulmasıdır.

6. Derinin yaşlanmasıyla renk yapan hücreleri (melanosit) azalır ve koyu renk benler azalır.

7. Ultraviyoleye karşı koruyuculuğu azalır güneş lekeleri artar.

8. Derinin bağ dokusundaki (elastik ve kollagen lifler) bozukluk nedeniyle deri gevşer ve sarkarken, elastikiyeti azalır, mimik çizgileri oluşur, sertleşir ve pürüzlenir.

9. Seboreik keratozlar (deride kalın, pürtüklü lekeler) artar.

10. Alerjik reaksiyonlara neden olan mast hücreleri azaldığı için erken tip (anında oluşan) ilaç ve besin alerjileri azalır.

11. Eller ve yüzde deri altı yağ dokusu azalırken, uyluklar ve karında artar. Bu da kadınlarda kalça, erkeklerde bel bölgesinin genişlemesine neden olur.

12. Derinin immünolojik (direnç) fonksiyonu bozulduğu için deri kanserleri artar.

13. Ter bezleri azalır ve sıcak çarpması riski artar.

14. Deride kılcal damarların görünümü artar, kendiliğinden oluşan morluklar artar.

15. Derinin ısı regülasyonu bozulur ve yaşlılar daha çok üşür.

16. Yaş ilerledikçe yüzde gözenekler genişler ve siyah noktalar artar.

17. Saçlar incelir, yavaş uzar, dökülür, beyazlaşır. Erkeklerde saç dökülmesi 20’li yaşlarda, kadınlarda ise menapozdan sonra başlar. Yaşla kadınlarda çenede istenmeyen kıllar oluşurken, erkeklerde kaş, burun içi, kulak kılları uzar.

18. Tırnaklar incelir,yavaş uzar,kurur,matlaşır ve kolay kırılırlar.

Bütün bu değişikliklere engel olabilmek için ilk ve en önemli yapılacak şey güneşten korunmaktır. Çünkü ultraviyole ışınları, deride serbest radikal üretimini artırarak ve antioksidan savunma kapasitesini azaltarak foto yaşlanmaya neden olurlar.

İkinci aşamada deri yaşlanmasına engel olmak ve tedavi etmek amacıyla beslenmeye dikkat edilmeli, yaşa göre vitaminler, alfa hidroksi asitler, bitkisel ürünler, biyolojik faktörler, serbest radikal yakalayıcılar, antioksidanlar, bazı hormonlar dıştan veya ağızdan kullanılmalı alkol ve sigara içilmemelidir.

A ) Vitaminlerden kozmetik açıdan en önemlileri:

1.Vitamin A ve deriveleri: Retinoik (tretinoin) asit, betakaroten (provitamin A), retinol en sık kullanılanlardır. Bunların hem ağızdan alınmaları hem de kozmetiklerde kullanılması güneşe ve diğer tüm etkenlere (genetik gibi) bağlı deri yaşlanmasını geriye döndürebilir. Bu etkinin görülebilmesi için retinoik asit içeren kozmetiklerin en az 6 hafta kullanılması gerekir. Ancak deriyi tahriş edici etkisine dikkat edilmeli, geceleri kullanılması tercih edilmelidir.

2.Vitamin E: Kuvvetli bir antioksidandır. Ultraviyole ışınlarından korur. Nemlendiricidir. Kızarıklık ve lekelenmeyi engeller. Topikal kullanıldığında (dıştan) alfa tokoferol olarak kırışıklıkları önler ve kollajen sentezini artırır.

3.Vitamin C: Antioksidan ve leke açıcıdır. Hücrelerde kollajen sentezini düzenler ve ultraviyole ışınlarından korur.

4.Vitamin B: Vitamin B3 (Niasin) derinin su kaybını önler, deriyi nemlendirir ve antioksidandır. Provitamin B5 (Pantenol) ise nemlendiricidir ve saç bakım ürünlerinde %5 oranında kullanılabilmektedir.

B) Alfa Hidroksi Asit (AHA)ler: Meyve asitleri olarak bilinirler. En çok kullanılanlar glikolik asit ve kaltik asittir. %2 oranında nemlendirici etkisi olan glikolik asittir. %2 oranında nemlendirici etkisi olan glikolik asit, %8-12 oranında kollajen sentezini artırır, %70 oranında ise peeling yapar.

C) Bitkisel Ürünler: Flavonoidler (genistein vb.) ginkgo biloba ekstresi, soya fasulyesi, mercimek ve kırmızı şarapta bulunurlar. Serbest radikallerden ileri gelen yaşlanmayı geciktirebilir. Piyasada vitaminlerle birlikte yaşlanma karşıtı preparatlarda (ilaç) bulunur.

D) Polifenoller yeşil çayda bulunurlar. C ve E vitamininden daha kuvvetli serbest radikal tutucudurlar. Saç toniklerinde erkek tipi saç dökülmesine karşı da kullanılırlar.

E) Aloe vera jeli ise ultraviyoleden koruyucu, kızarıklık düzeltici, nemlendirici olarak yaşlanmayı geciktirmek amacıyla kullanılır.

F) Biyolojik Faktörler:
Kallikrein: Domuz pankreasından elde edilir. Yara iyileşmesini hızlandırır ve kırışıklık oluşumuna engel olur.

G)Plasenta Ekstreleri: İnsan veya hayvan kaynaklı olabilir. Hücre yenilenmesini sağlar, derinin esnekliğini artırır.

Üçüncü sırada ise yaşlı deriyi düzeltmek ve daha fazla ilerlemesini engellemek amacıyla uygulanan kimyasal peeling (derinin üst tabakasının soyulması), mikrodermabrazyon, lazer, botulinum toksini, dolgu maddeleri ve estetik plastik cerrahi operasyonları gelmektedir.

Facebook Twitthis Furl

İstanbul (Turkey) Amazing Fast Video

..

Facebook Twitthis Furl

Limonun inanılmaz faydaları!


Tatlıda da kullanılır, tuzlu yemeklerde de; çaya da sıkılır, çorbaya da... Daha bitmedi; limonun yararları saymakla tükenmez! Gribe iyi gelir, iştah açar, insanı güzelleştirir, cildi temizler... Daha neler neler...

1- Lezzet katma: Limon, güçlü narenciye tadı veren popüler bir meyve. Bu tat kabuğundaki yağlardan geliyor. Tipik olarak süslemede kullanılan limonu, yemeğin tarifine göre uzun dilimler halinde kesebilir ya da küçük küçük kıyabilirsiniz. Yemeklere limon lezzeti katmak için, sadece limon kabuğunun dış parçasını rendeleyin ya da keskin bir bıçakla ince ince dilimleyin. Daha acı olan alttaki beyaz kısımdan uzak durun.

2- Gremolata yapmak: Gremolata, İtalya'da meşhur olan, et, balık, dana incikle kullanılan bir çeşni. Sarımsak ve narenciye tadını seviyorsanız gremolata tuz ve biberin yerine servis edilebilir. Gremolata için, eşit oranlarda limon, sarımsak ve maydanozu karıştırın. Birkaç damla zeytinyağı sarımsak tadının yoğunluğunu azaltır.

3- Kaynayan yumurtalar: Pişerken kabuklarının çatlamaması için yumurtayı limon suyuyla fırçalayın. Eğer suya bir çay kaşığı limon suyu eklerseniz, piştikten sonra yumurtalarınızın kabuğu daha kolay soyulur. Ayrıca, limon suyu patateslerin ve karnıbaharın kararmasını da önlüyor.

4- Pörsümüş salataya can verir: Hiçbir şey buruşmuş, pörsümüş salata kadar kötü olamaz. Ancak, limon salataya ikinci bir can verir. Kendini bırakmış yeşilliklerin önceki lezzetli durumuna gelmesi için, bir kâse soğuk suyun içine sadece yarım limon sıkmanız gerekiyor. Sonra kâseyi bir saat kadar buzdolabında bekletin, yeşillikleri dışarı çıkarıp kurulayın.

5- Koruma malzemesi: Limonlar, yeni kesilen birçok meyveyi kararmaktan koruyor. Dilimlenmiş meyveler üzerine biraz limon sıkmak meyvelerin orijinal rengini korumasını sağlar. Bu etki birkaç dakikadan birkaç saate kadar sürebilir ve avokado, elma, şeftali, kayısı ve armut gibi birçok meyveyle birlikte kullanılabilir. Birçok insan, limonun birçok gıdanın tadını geliştirdiğini düşünüyor.

6- Tat geliştirici: Yemeklere limon sıkmak tuz tüketimini azaltır. Fazla tuz, kan basıncını, kalp krizi ile felç riskini de artırır. Amerikalılar günde 7 bin mg'a yakın tuz tüketiyor. Günlük tuz ihtiyacı ise sadece 2 bin 300 mg'dır. Limon suyu, en sevdiğiniz yiyecekler için farklı bir lezzet geliştirmede iyi bir seçenek. Tavuğa, bifteğe, ve sebzeler limon sıkarak lezzetini artırabilirsiniz.

7- Kanserle savaşır: Limon kabuklu siyah ya da yeşil çay içmenin, belirli kanser türlerini, yüzde 70'e varan oranlarda azalttığı belirtiliyor. Limon, cilt kanseri koruyucusu olarak güneş yanığını önlemeye yardım ediyor. Çay ve limon kabuğu kombinasyonunda bulunan doğal içerikler, vücudu cilt kanserine yol açan güneşin zararlı UV ışınlarından koruyor.

8- İçecekleri soğuk tutar: Buz kalıplarınıza bir damla limon suyu ekleyebilirsiniz. Suya, sodaya ve hatta çaya limon eklemek, içeceklerinizin tadının daha iyi olmasını sağlar. Buz kalıbınızı doldurduğunuzda taze limonu ortadan ikiye kesin ve suyun içine sıkın. Birkaç saat sonra herhangi bir soğuk içeceğinize eklemek için harika bir buzunuz olacak.

9- Limonata yapmak:
Birkaç limonunuz varsa, limonata yapmayı deneyin. Sıradan bir limonata yapmayın. Yenilikçi olun ve limonatayı ananas veya karpuz suyuna karıştırabilirsiniz. Karışık limonatayı sevmiyorsanız, buz, limon, su ve şekeri karıştırarak hazırladığınız sıradan limonata da içebilirsiniz. Bu klasik içecek her zaman rağbet görecek.

10- Sağlığınıza iyi gelir: Limon suyu birçok yaygın hastalık için doğal, lezzetli bir tedavi. Boğazınız ağrıyorsa günde 3 kez limonlu suyla gargara yapabilirsiniz. Limon böbrek, karaciğe ve kanınızı temizliyor. Ilık ya da sıcak limon suyu, sindirim sisteminize iyi gelir. Sabahları uyanınca limon suyu içerseniz, sindirim ve dolaşım sistemi daha iyi çalışır.

Facebook Twitthis Furl

Yıldırım nasıl düşüyor?


Gökyüzünde yılda 3 milyar şimşek veya yıldırım oluşmaktadır.

Bir diğer deyişle yılın herhangi bir zamanında dünyanın üstünde 2000 yıldırım bulutu vardır ve dünyamıza her saniyede 100 yıldırım düşmektedir.

Güçlü bir fırtına, Hiroşima'ya atılan atom bombasından 100 kat daha fazla enerji açığa çıkarmaktadır.

Kim bilir? Belki bir gün gelecek yıldırımları da enerji kaynağı olarak kullanmayı öğreneceğiz.

Bu gök olayı insanlığın ilk tarihinden itibaren ilahi bir işaret olarak görülmüştür.

Yıldırım düşmesi insanlar için tehlikeli olmasına rağmen insan yaşamına faydası da vardır.

Yıldırımlar yeryüzündeki bitkiler için faydalı maddeler olan nitratlar ve oksijenin de yeryüzüne inmesine neden olurlar.

Her şey güneş ışıkları ile yeryüzünde ısınan havanın yükselmesi ile başlıyor.

Tabii içinde buharlaşan suyu da yukarı taşıyarak.

Bu yükselen hava yaklaşık 2-3 kilometreye ulaşınca havanın soğuk katmanlarına rast geliyor.

Soğuk havalarda nefes verince nefesimiz nasıl buharlaşıyorsa aynen o şekilde buharlaşıyor ve gördüğümüz bulutu oluşturuyor.

Bu bulutlar daha sonra hava akımları ile 20.000 metreye kadar tırmanabiliyorlar.

Aslı tam bilinememesine rağmen bulutların bu yükselişleri sırasında içlerinde oluşan buz kristallerinin birbirlerine sürtünerek bir statik elektrik enerjisi açığa çıkardıkları öne sürülüyor.

Bu elektrik enerjisi bulutların üst katmanlarında pozitif(+), alt katmanlarında ise negatif(-) yüklü olarak birikiyor.

Bulutun içindeki yük havayı iyonize edecek güce ulaştığında şimşek oluşuyor.

Yağmur bulutlarının alt yüzeylerindeki büyük negatif yük içindeki elektronları iterek orayı da pozitif yüklü hale getiriyor ve bu yük saniyede 1000 kilometre hızla toprağa iniyor, yani kısa devre yapıyor.

Yıldırımın bu andaki ısısı 30.000 derece olup güneşin yüzeyindeki ısının 5 katı kadardır.

Yıldırım düşerken çok şaşırtıcı bir şey oluyor.

Yerden de buluta doğru bir boşalma oluyor.

Yerden 100 metre yükseklikte bu iki akım birleşiyor ve iletkenliği çok fazla olan bir koridor oluşuyor.

İşte bundan sonra yıldırımı hiçbir şey durduramaz, pozitif yük hızla buluta doğru onu nötr hale getirmek için yükselir, îşte yıldırımın havadan yere mi, yoksa yerden havaya mı oluştuğunu yaratan soru bu.

Bu koridordan yerden göğe doğru neredeyse ışık hızının üçte biri hızla yükselen akını yıldırımın göze gelen şiddetli ışığını da yaratır.

Ardından yine yukardan yere iner ve iki taraf arasındaki potansiyel farkı sıfırlanana kadar bu olay 10-12 kez tekrarlanabilir.

Facebook Twitthis Furl

Niçin yağmur yağıyor ?


Herhalde siz de haberlerin sonunda hava durumunu merakla izliyorsunuzdur.

Acaba yarın yağmur yağacak mı? Şemsiyemi yanıma alayım mı? Yağmur günlük yaşantımızın çok önemli bir parçasıdır.

Bazı yerlerde kuraklıktan yağmur duasına çıkılırken, bazı yerlerde de caddelerde sandallarla dolaşılıp, sel basan evlerden, eşyaları kurtarmaya uğraşırlar.

Peki nasıl oluyor da başımıza böyle gökten sular geliyor? Aslında mekanizma basit.

Güneş ışığının etkisi ile yeryüzünden su buharlaşıyor, yani gaz haline geçiyor.

Bu durumda havadan hafif olduğundan atmosferde yükseliyor.

Yükseldikçe hava soğuyor ve hava basıncı azalıyor.

Su buharı soğudukça havadaki toz parçacıklarına tutunarak su damlası haline dönüşüyor ve bunların milyonlarcası havada birleşerek gözümüze bulut olarak görülüyorlar.

Bulutları oluşturan bu su damlacıkları hemen ya-kınlarındakilerle sürekli birleşiyorlar, büyüdükçe büyüyorlar, ağırlıkları artıyor, yeterli ağırlığa ulaşınca yer çekiminin etkisi ile yere düşmeye başlıyorlar.

Yeryüzünden buharlaşıp, bulut oluşturup sonra yağmur olarak yeryüzüne dönen su buharının havada geçen bu macerası ortalama 8 gün sürüyor.

Ancak bulutun içindeki su damlacıklarının tümü yağmur olarak yeryüzüne inmiyor.

Bir bulutun en fazla yarısı yağmur olarak yağabilir ve bu da normalde 30 dakika sürer ama bulut devamlı olarak yeniden oluştuğundan yağmur saatlerce, hatta günlerce sürebilir.

Bu arada rüzgara bağlı olarak bulutlar devamlı hareket ettiklerinden yağmur çok geniş bir alana yağabilir.

Bugüne kadar dünyamızda tespit edilebilmiş en yoğun yağış 26 Kasım 1970 tarihinde Guadaloupe'de olmuş, sadece bir dakikada 3,81 santimetre yağmur yağmıştır.

Atmosferde, yani başımızın üzerindeki havada 13 milyar ton su buharı bulunuyor.

Bunun hepsinin bir anda yeryüzüne indiğini düşünebiliyor musunuz? Dünyamızda yağmurun çoğu, yani yüzde 78'i okyanusların üzerine yağıyor.

Bu da çok normal, çünkü havanın içindeki su miktarının kaynağı hemen hemen aynı oranda okyanuslardan geliyor.

Yağmur damlalarının yarı-çapları 0.5 milimetreden 6.35 milimetreye kadar değişebiliyor.

5 milimetre yarı-çapındaki bir yağmur damlasının 1800 metre yükseklikteki bir buluttan çıkıp başınızın üstüne düşmesi için geçen zaman yaklaşık 3 dakikadır.

Yani aslında şemsiyenizi açabilmeniz için yeterli süre vardır.

Suni yağmur yaratabilmek için günümüzde bazı teknolojiler geliştirildi ki, temeli su damlacıklarının yapışabilmesi için çekirdek görevi yapabilecek tozları bulutun içine gönderebilmek-tir.

Bunun için bulut uçak veya helikopterden gümüş iyodür ile bombalanıyor.

Bu işte de en usta olan İsrailliler.

Onlar bu yöntemle yağmur miktarını yüzde 13 oranında arttırabilmişler.

Yağmurun oluşabilmesi için ana etkenlerden biri olan toz parçacıklarının, yani hava kirliliğinin artması ise tam ters etki yapıyor, bu durumda damlacıklar küçülüyor ve yağmur olarak yere düşmeyi başaramıyorlar.

Facebook Twitthis Furl

Niçin gök gürlüyor?


Kış aylarında kar yağarken şimşek, yıldırım ve gök gürültüsü nadiren olur.

Yıldırım ve gök gürültüsü en çok yaz aylarında, hava ılık ve nemli iken yükselen havanın etkisiyle olur.

Kış aylarında havanın alçak ve yüksek kısımları arasında ısı farkı az, alçak seviyelerde ise nem de fazla olduğundan şimşek, yıldırım ve sonucunda gök gürültüsü olayı daha az görülür.

Şimşek veya yıldırım etraflarındaki havayı saniyenin milyonda biri kadar bir sürede 30,000 dereceye kadar ısıtırlar.

Isınan bu hava aniden genleşir, genişler.

Normal atmosfer basıncının neredeyse 100 misli bir basınçla, ses hızından çok hızlı ses dalgaları yayar.

Bu aynen ses hızını geçen uçaklarda olduğu gibi kulağımıza bir nevi patlama sesi olarak ulaşır.

Buna gök gürlemesi diyoruz.

Şimşek de, yıldırım da tek bir olay değil bir seri olayın birleşimidirler.

Yıldırımın ilk çakışından sonraki yukarı doğru olan dönüş çakışında, elektrik akımı daha güçlü olduğundan kulağımıza gelen ikinci ses birincisinden güçlüdür.

Yıldırım veya şimşeğin görülmesi ile gök gürlemesinin duyulması arasında geçen süre saniye olarak ölçülür ve üçe bölünürse uzaklık kilometre olarak bulunabilir.

Çünkü gök gürültüsünün sesi bize ses hızı ile ulaşırken, şimşek ve yıldırımın görüntüsü gözümüze ışık hızıyla ulaşır.

Gök gürlemesi normal şartlarda 24 kilometreden daha fazla mesafelerden işitilmez.

Facebook Twitthis Furl

Bulutlar nasıl oluşuyor ?


Tepenizde gördüğünüz orta büyüklükte, yaklaşık l kilometre çapındaki bir bulutun hacmi 4 milyar metreküptür ve içinde l -5 milyon kilogram su vardır.

Peki nasıl oluyor da bu kadar su başımıza kovadan dökülür gibi dökülmüyor, bu kadar tonlarca ağırlık havada durabiliyor? Gerçekten bulutlar gökyüzünün inanılmaz ve harika süsleridir.

Hiçbir bulut diğeri ile şekil ve hacim olarak aynı değildir.

Çünkü oluşumlarına etki eden hava akımları, sıcaklık, basınç, havadaki toz miktarı v.b. gibi o kadar çok etken vardır ki, çok değişken olan atmosferde iki yerde bütün bu şartlan eşit olarak sağlamak mümkün değildir.

Isınan yeryüzünden buharlaşan su, havadan hafif minik su buharları şeklinde doğruca gökyüzüne yükselir.

Belirli bir yükseklikte basınç azaldığı, hava da soğuduğu için minik su damlacıkları haline geçerler ve bulutları oluştururlar.

Başlangıçta bu damlalar o kadar küçüktür ki, çapları birkaç mikrometredir, (insan saçı 100 mikrometredir.) Ortalama bir yağmur damlasının oluşabilmesi için bunlardan milyonlarcasımn birleşmesi gerekir.

Bulutların bu kadar ağırlığa rağmen gökyüzünde asılı kalabilmelerinin sebebi bu damlacıkların çok küçük olmalarıdır.

Her ne kadar bir kilometre çapındaki bir bulutta en azından 1.000 ton su varsa da bu hacimdeki hava 1.000.000 tondur, yani bin kez daha ağırdır.

Bu nedenle de bulutlar içerlerindeki yağmur taneleri iyice oluşup, ağırlaşıp yere düşene kadar tepemizde gezinip dururlar.

Aslında yağmur yağarken yağmur damlası oluşma işlemi devam ettiğinden bulut içindeki suyu boşaltıp bir anda kaybolmaz.

Bulutun oluşumunda başlangıçta oluşan su damlacıkları o kadar küçüktür ki, üzerlerine gelen ışıkları doğrudan yansıtırlar ve bu tip bulutlar pamuk gibi beyaz görünürler.

Su damlacıkları birleşip büyüdükçe, yani kalınlaştıkça ışığı daha az yansıtırlar, bu nedenle de yağmur bulutları daha koyu, gri hatta siyaha yakın renkte görünür.

Gittikçe büyüyerek ağırlaşan bu damlalar bulutun altında toplandığından, bu tip bulutların tabanları üst taraflarına nazaran daha koyu renktedirler.

Havadaki sıcaklık yatay olarak genellikle aynıdır.

Bu nedenle havanın içine suyu alabileceği yükseklik yatay olarak hemen hemen aynı olduğundan bulutların altları daha düzdür.

Bulutun ortası ile üst kenarı arasındaki ısı farklı olduğu ve üst tarafında su damlası oluşumu devam ettiği için üst taraflar kıvrımlıdır.

Bulutlar şekillerine ve yüksekliklerine göre sınıflandırılırlar.

Genelde üç ana grupta toplanırlar.

Bu sınıflandırmaya göre, ince, tutam tutam, ufak bulutlara 'sirüs', kümeler halinde olanlara 'kümülüs', ufukta tabaka halinde görünenlere de 'stratus' deniliyor.

Ayrıca iki tane de yükseklik kategorisi var.

Bulutun tabanı yerden 2.000 - 6.000 metre yükseklikte ise ön ismi 'alto', 6.000 metreden daha yükseklikte ise de 'sirro' oluyor.

Yağmur bulutlarına da diğerlerinden ayırmak için 'nimbo, nimbus' gibi isimler ekleniyor.

Facebook Twitthis Furl

Deniz suyu niçin tuzludur?


Yirminci yüzyılın başlarında bilim insanları bu konuyu çok basit bir şekilde açıklıyorlardı.
Bu açıklamaya göre, her ne kadar nehirlerin suları tatlı ise de içlerinde bir miktar da erimiş mineral vardır.
Yataklarındaki bu mineralleri ve içlerinde tuz bulunan kayaları erozyona uğratarak okyanuslara taşırlar.
Bu mineraller içinde en çok olanı kimya dilinde sodyum klorür (NaCl) diye adlandırılan bildiğimiz sofra tuzudur ve bir daha karaya geri dönmez.
Bilim insanları bu teoriden yola çıkarak dünyanın yaşının da hesap edilebileceğine inanıyorlardı.
Ancak nehirlerdeki tuz oranı ile okyanuslardaki tuz oranı mukayese edilerek yapılan hesaplamalarda dünyanın yaşı 300 milyon yıl çıktı.
Dünyamız ise gerçekte 4,5 milyar küsur yaşındadır.
Ayrıca bu teoriye göre denizlerdeki tuzun her geçen yıl artması gerekir.
Her ne kadar denizlerdeki tuz oranı bölgelere ve zamana göre değişiklik gösterse de içindeki belli başlı elementlerin yoğunluklarının yüz milyonlarca yıl hemen hemen aynı kaldıkları bilinmektedir.
Öyleyse bu yüksek miktardaki tuz başlangıçta denizlere nereden gelmiştir? Bilim insanları da tam olarak bilemiyorlar ve emin değiller ama iyi bir tahminleri var.
Tuz iki çeşit atomdan yapılmıştır.Sodyum (Na) ve Klor (Cl).
Bilim insanları Sodyum'un ilk teoride olduğu gibi nehirler yolu ile karalardan denizlere taşındığını, Klor'un ise dünya tarihinin ilk dönemlerinde, yer kabuğu ile yer merkezi arasında kalan katmanlardan, okyanusların diplerindeki çatlaklar ve volkanlar yolu ile denize karıştığını ve bu ikisinin birleşerek denizin tuzunu oluşturduklarını tahmin ediyorlar.
Ama hala niçin denizlerin gittikçe tuzlu olmadığının cevabını alabilmiş değiliz.
Bilim insanları bunun açıklamasını da şöyle yapıyorlar: Tuz nehirler yolu ile denizlere ilave edilmektedir,ama aynı zamanda denizdeki diğer kimyasallarla birleşerek, okyanus tabanındaki kayalar tarafından emilerek veya deniz suyunun çözeltisinden ayrılıp çökelti haline gelerek bir şekilde deniz suyunun içinden eksilmektedir.
Yüz milyonlarca yıl, eksiltme ve ilave etme yolu ile deniz suyunun tuzluluk oranını hep aynı tutan bu müthiş ayar gerçekten çok etkileyici.

Facebook Twitthis Furl

Biber neden acıdır?


Biber acı değildir.

Acı, tatlının tersidir ve acıya örnek olarak kininin veya greyfurdun tadı gösterilebilir.

Biber acı değil yakıcıdır.

Bunun tersi ise serinletici olup, buna da örnek olarak nane veya mentol gösterilebilir.

Biberin yakıcılığı, içinde bulunan kapsaisin adı verilen bir tür bileşikten kaynaklanır.

Bu maddenin büyük bir kısmı, biberin etli kısmında ve tohumlarında bulunur.

Bu nedenle ucu pek yakıcı olmayan biberin, yenildikçe yakıcılığı daha çok hissedilir.

Kapsaisin maddesi bibere yakıcılık vermekle kalmaz, cilde temas ettiğinde tahrişe de yol açar.

Hatta bu özelliğinden dolayı bazı romatizma ilaçlarının formüllerinde de kullanılır.

Yeşil biber kırmızı olanından daha yakıcı değildir.

Yakıcı biberler koyu renkli ve çok sivri uçludur.

Biberler A ve C vitaminleri bakımından çok zengin olup, sıcak havada yenilen yakıcı biberler insanı terletirler ve terin buharlaşmasıyla insanda bir serinlik hissi duyulur.

Buna karşın, biberin içindeki kapsaisin maddesi, insanda tükürük salgısını da arttırır, solunum ve kan basıncında değişimler yaratır, bağırsaklarda emilimin azalmasına yol açar.

Hayvanlar üzerinde yapılan deneyler sonucunda, diğer kanserojen maddelerle birlikte alındığında, karaciğer kanserinin ortaya çıkmasında, hızlandırıcı rolü olduğu konusunda ciddi kuşkular vardır.

Biberden ağzımız yanmca çoğumuz hemen su içeriz ve bir işe yaramadığını görürüz.

Peki nasıl oluyor da, biberin yakıcı tesirini su gideremiyor? Sebebi basit, yağ ve su kesinlikle birbirlerine karışmaz.

Biberlerin yakıcılık veren maddesi yağlı olduğu için, ne kadar su içerseniz için onunla birleşmez.

En iyi metot ekmek yemektir.

Ekmek bu yağı absorbe eder ve mideye taşır.

Bir diğer etkili yol da süt içmektir.

Sütün içindeki kasein maddesi bir deterjan görevini üstlenir, biberin yağı ile karışarak ağzı temizler.

Bu da yeterli değilse rakı içilmesi önerilir.

Rakı da diğer alkol içeren sıvılar gibi yağı çözer ve sorunu giderir, ama sonuçları ertesi sabah ortaya çıkacak başka sorunlar getirir.

Facebook Twitthis Furl

Domates meyve midir, sebze midir?


Genellikle meyveler çiğ olarak (tabii yıkandıktan sonra), sebzeler ise pişirildikten sonra yenilir.
Bu da bazı yiyeceklerin meyve mi, yoksa sebze mi olduklarına dair karışıklıklara yol açar.
Örneğin domates salatada çiğ olarak yenilebilir, bunun yanında tencere yemeği olarak dolması da yapılır.
Bu durumda domates meyve midir, yoksa sebze mi? Genel kanının ikincisi olmasına rağmen aslında domates bir meyvedir.
Çarşı, pazar anlayışına göre, tabiatta bulunduğu şekilde yenilen ve tadı tatlı olan yiyecekler meyvedir.
Çarşıda, pazarda, marketlerde elma, çilek, üzüm ve muz meyve olarak kabul edilirlerken, taze fasulye, domates, kabak ve patates, sebze reyonlarında bulunur.
Ancak bilim insanları, yani botanistler, sebze-meyve ayırımını böyle yapmıyorlar.
Onlara göre meyve, içinde etli veya kuru, çoğunluğunu çekirdek diye adlandırdığımız, kendi tohumu veya tohumlan bulunan yiyecektir.
Bu tanıma göre kayısı, şeftali, üzüm, taze fasulye, domates, salatalık (hıyar) ve benzeri gıda maddeleri teknik olarak meyvedir.
Yani kısaca çekirdeği olan tüm yiyecekler meyvedir.
Geriye kalanlar, yani patates, havuç, şalgam, soğan, sarımsak gibi bitki kökleri, lahana, marul gibi bitki yapraklan, hatta aslında bir çiçek olan karnabahar bile birer sebzedir.
Bu arada belirtmekte fayda var; biz bitkilerin değişik kısım-lannı yeriz.
Örneğin, maydanoz yetiştiği bitkinin yaprak kısmı iken, karabiber ağacın meyvesi, tarçın kabuğu, susam ise bitkisinin tohumudur.

Facebook Twitthis Furl

Telefon tuşlarında niçin çıkıntılar var?


Günümüzde hayatımızın ayrılmaz bir parçası haline gelen cep telefonlarının '5' tuşu üzerindeki çıkıntıya hiç dikkat ettiniz mi? Bu çıkıntı en ortadaki tuşu el yordamı ile bularak, tuşlamayı bakmadan yapabilmeyi sağlar.

Büyük bir ihtimalle bilgisayarınızdaki klavyede 'F' ve 'J' ya da 'A' ve 'K' tuşlarında da böyle birer çıkıntı olduğunu fark etmemişsinizdir.

Bu çıkıntılar da klavyeye bakmadan yazanlarda her iki elin klavyenin ortasını bulmasında yardımcı olur.

Yine gözden kaçan bir ayrıntı ise tuşların diziliş şeklidir.

Telefondaki tuşlarda en üst sırada l, 2 ve 3 rakamları yer alırken bilgisayarımızda ve hesap makinemizde tam ters şekilde 7, 8 ve 9 rakamları dizilmiştir.

Bu diziliş şeklinde hesap makinelerini ve bilgisayarları yapanlar, en süratli hesaplamayı esas almışlardır.

Tarihi çok daha eski olan telefonun başlangıcında ise, hızlı tuşlama pek önemli kabul edilmemiştir.

Ancak ev kadınları arasında yapılan bir araştırmada, telefondaki dizilişin onlara daha kolay geldiği ve daha süratli uygulayabildikleri saptanmıştır.

Bilmem hiç dikkat ettiniz mi, telefondaki tuşların içinde ' l' ve 'O'in üstünde hiç harf yoktur.
Ama daha şaşırtıcı bir tespit ise, birçok telefonda mevcut harflerin içinde 'Q' ve 'Z' harflerinin bulunmamasıdır.

Günümüzde yaygın olarak acil servis (112), yangın ihbar (110), polis imdat (155) ve alo trafik (154) gibi acil hizmetlere l ile başlayan, üç haneli numaralar verildiği için, eğer l tuşunun üzerinde de harfler olsa idi, cep telefonunuzla bir mesaj gönderirken, daha üçüncü harfte bu servislerden birine otomatik olarak bağlanabilir ve bunların santrallerini lüzumsuz işgal edebilirdiniz.

'O' ise bilindiği gibi dahili santrallerde operatöre ulaşmada, şehirlerarası numaralarda ve cep telefonlarında ilk çevrilen numaradır.

Eğer bu 'O' tuşunun üzerinde harf olsaydı, daha o harfe basar basmaz doğrudan santrale bağlanacak ve santrallerin kilitlenmesine sebep olabilecektik.

Tabii telefonun üzerinde zaten on tane olan rakam tuşlarının ikisine harf koyamayınca, geriye kalan 8 tuşa 24 harf yerleştiri-lebilmiş ve bu durumda İngilizce'de en az kullanılan 'Q' ve 'Z' harfleri tuşların üzerinde yer alamamıştır.

Şimdiki cep telefonlarında ' l' ve 'O'ın üzerinde hala harf yok ama teknolojinin gelişmesi sayesinde, bir tuşa dört harf konulabildiğinden 'Q' 7 tuşunda, 'Z' ise 9 tuşunda kendilerine yer bulabilmiş durumdalar.

Facebook Twitthis Furl

Paraşütle ilk nasıl atlanıldı, kim atladı?


Aslında en çok merak edilen paraşütün icadından çok, onunla havadan ilk kimin atladığıdır.
Kim böyle bir şeyi ilk defa denemeye cesaret etmiştir? Sanıldığının aksine paraşüt uçaktan sonra değil, yaklaşık bir yüzyıldan fazla bir zaman önce, balonla hemen hemen aynı tarihlerde ama çok ayrı çalışmalarla icat edilmiştir.
Paraşüt fikri eski Çin'e kadar gider.Günümüzdeki paraşüte benzer bir şeyler geliştirilmiş ama oyuncak olmaktan öteye geçememiştir.
Leanorda da Vinci'nin de bu konudaki çalışmaları biliniyor.
Bu fikri hayata ilk geçiren kişi ise Fransa'da 1783 yılında Louis-Sabestian Lenomand olmuştur.Lenomand 4.5 metre yükseklikteki bir ağaçtan, omuzlarına birer adet bir çeşit şemsiye bağlayarak ilk deneyimini yapmıştır.
Ancak o, buluşunu o seviyedeki bir yükseklikten, yangın çıkan bir binadan atlayarak kaçmak için düşünmüştü.
Ciddi anlamda ilk atlamanın şerefi ise Fransız Andre-Jackques Garnerin'e aittir.
1769 Paris doğumlu Garnerin Fransız ordusunda 1793 yılında müfettiş olmuş, ingiltere'de iki yıl hapis yatmış ve dönüşünde 1797 yılında ilk atlayışını 1.000 metreden bir balondan yapmıştır.
Bu ilk paraşüt şemsiye şeklindeydi, çapı yedi metreydi ve ketenden yapılmıştı.
Garnerin daha sonra birçok gösteri atlayışı yapmış, hatta bir keresinde 1802 yılında İngiltere'de 2.400 metreden atlamıştır.
Önceleri ketenden yapılan paraşütler, sonraları ipekten yapılmaya başlanıldı.
Uçaktan ilk atlayışı gerçekleştiren ise 1912 yılında, ABD Kara Kuvvetleri'nden Yüzbaşı Albert Berry oldu.
Birinci Dünya Savaşı başlarında uçaktan paraşütle atlamanın pratik olmadığı görüşü hakim olduğundan, sadece gözetleme balonlarında görevli olanların, uçak saldırılarından kaçışlarında çok yaygın olarak kullanılmıştır.
Birinci Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru paraşütün uçak pilotlarının da can dostu olduğu anlaşılmıştır.
İkinci Dünya Savaşı'nda ise uçak ebatlarının büyümesi ve teknolojilerinin gelişmesi ile insanların ve birliklerin yere indirilmeleri dışında silahları indirmek, mahsur kalan birliklere ikmal malzemesi göndermek, ajanları indirmek gibi birçok alanda kullanılmışlardır.

Facebook Twitthis Furl